

İSTANBUL’UN SEYİR TEPESİNDE BİR GEZİNTİ
İstanbul’un en eski semtlerinden olan Süleymaniye’nin tarihi ve doğal dokusunu içimize çekerek yaptığımız gezintiyi; Hünkâr Kasrı’ndaki Kudüs sergisini ziyaret ederek tamamladık.
Emine Uçak/Birsen Çelik
Fotoğraflar: E. Hilal Korucu
Vefa’daki Molla Gürani Camii’nden başladı rotamız.,, İstanbul’un en eski semtlerinden olan Vefa ismini, Ebü’l Vefa Hazretleri’nden alıyor. Fatih Sultan Mehmet, Hac’a giderken Rodos şövalyeleri tarafından esir alınan o dönemin büyük şeyhlerinden olan Eb’ül Vefa Hazretleri’ni kurtararak İstanbul’a getirmiş ve O’nun için bu semtte medrese, cami ve imaretler inşa ettirmiş. Zamanla bu bölge, Osmanlı’nın ilim irfan merkezi olmuş. Bugün Vefa o eski ihtişamlı günlerini ve tarihi yapılarının büyük kısmını kaybetmiş olsa da; sokak aralarında karşımıza çıkan bazı eserlerle zamana direndiğini de gözler önüne seriyor. Aslında Süleymaniye bölgesinin tümü için bunu söylemek mümkün. Bir yandan terk edilmiş, yıkılmaya yüz tutmuş binalar, tarihi eserler bir yandan yüzyıllara direnerek günümüze ulaşmış eserler ve bir yanda da restore edilerek tekrar günümüze kazandırılan yapılar. Tarih, kültür ve ibadet kadar, yaşam ve alışverişin de iç içe geçtiği bir semt burası.
Ebul Vefa Hazretleri’nin türbesini ziyaret edip, Molla Gürani Camii’ne doğru yürüyoruz. Hemen solumuzda birbirinden güzel mezar taşlarıyla eski bir mezarlık. Onlara bekçilik yapar gibi başuçlarına oturmuş kediler, asırlık ağaçlarda sonbaharın son demleri. İkindi ışığındaki ışık ve gölge oyunları, zaman ve mekanın eşsiz uyumu… Molla Gürani Camii; bütün yıpranmışlığına rağmen halen görkemli ve etkileyici. Bu semtteki hatta İstanbul’daki en eski yapılardan biridir bu cami. Bizans döneminde Aziz Theodoros için inşa edilen kilise Yunan haçı planına göre yapılmış. İstanbul’un fethinden sonra Molla Gürani tarafından cami haline getirilmiş. Molla Gürani, Fatih Sultan Mehmed döneminin ünlü din adamlarından biridir aynı zamanda. Cami uzun bir süreden beri ibadete ve ziyarete kapalı, restorasyon çalışmaları sürüyor. Özellikle yan tarafından Süleymaniye’ye doğru çıkarken eserin bütün haşmeti ve güzelliği ortaya çıkıyor. Hemen karşısındaki İstanbul Üniversitesi’nin ek binasını da saymazsak bu çevre; hurdacı ve kağıt toplayıcıların mekanı olmuş. Çevrenin bir an önce restore edilmesi ve şehre kazandırılması dileğinde bulunarak Süleymaniye’ye doğru yürüyüşe geçiyoruz.
Mimar Sinan’ın Kalfalık Eseri
Restore edilen eski binaların arasından yürürken, Süleymaniye Camii bütün ihtişamıyla karşımıza çıkıyor. Bahçesindeki asırlık çınarların yapraklarının sararması ve ikindi güneşi başka bir hava katmış görkemli mabede. Mimar Sinan’ın kalfalık eseri olarak adlandırdığı cami; 1551-1557 yılları arasında inşa edilmiş. Sinan’ın bu camiyi inşa ederken hem mimari hem de bilimsel olarak çok farklı teknikler kullandığını biliyoruz. Örneğin içindeki müthiş akustiğin sırrı; nargile testleriyle elde edilmiş. Dört minaresi, 5 kapısı olan caminin bulunduğu külliyede, medrese, kütüphane, türbe, imarethane, hastane, hazire gibi yapılar da vardır. Yer aldığı tepe İstanbul’un en güzel manzarasına sahip bölgelerden biridir. Süleymaniye Camii’nin görkemini, içindeki uhreviyeti, bahçesinde sonbaharın renklerinin keyfini bir nebze yaşadıktan sonra; hemen karşısındaki kuru fasulyecilerde yemek molası vermeniz mümkün. Yemek için otantik bir mekan ve Osmanlı mutfağının eşsiz tatlarından oluşan bir menü arayanlar ise caminin yan kapısının karşısındaki Darülziyafe’ye yollarını düşürmelerini tavsiye ederiz. Caminin çaprazındaki Lale Çay Bahçesi de uygun fiyatları ve tost çeşitleriyle çevredeki üniversite öğrencilerinin en uğrak mekanlarından.
Tarihe Doğa Molası: Arboretum
Lezzetli bir molanın ardından Süleymaniye Camii’nin arkasına doğru yürüyüşe geçiyoruz. Şimdiki hedefimiz buradaki arboretum. Evet yanlış duymadınız, Süleymaniye’de İstanbul’un en eşsiz ağaç müzelerinden biri bulunuyor. İstanbul Müftülüğü’nün bahçesinde ve Biyoloji bölümünün yanında yer alan Arboretum’un tarihi 1932 yılına dayanıyor. Almanya’da İkinci Dünya Savaşı’ndan önce baskılara dayanamayıp İstanbul’a kaçan 2 botanikçi Prof. Dr. Alfred Heilbronn, Prof. Dr. Leo Brauner, Zoolog Prof. Dr. Andre Naville tarafından kurulmuş bu arboretum. İçinde İstanbul florası örnekleri kadar şehirde hiç yaşamayan bitki ve ağaçlar da var. Arboretuma ayak bastığımızda yeşilliğin içinde sapsarı yapraklarıyla bizi ginkgo biloba (mabed ağacı olarak da biliniyor) karşılıyor. Sera bölümü kapalı olduğu için giremedik ancak bu bölümde tarihin en eski dönemlerinde yaşayan bitkilerin örnekleri bulunuyor. Kahve ağacı, muz, böcek kapanı, avokado gibi İstanbul’da bulunmayan ağaç türleri de müzenin bitkileri arasında. İstanbullular’ın varlığını bilmediği bu ağaç müzesi her yıl binlerce turisti ağırlıyor. Biyoloji öğrencileri için de doğal bir araştırma yeri işlevi gören arboretumu ziyaret ettiğimizde bahçede inceleme yapan ve ağaçlar arasında sohbet eden öğrencilere rastlıyoruz.
Arboretum’dan çıkıp Fetva Yokuşu’na doğru yürüyoruz. Yokuşun başında Mimar Sinan’ın sade türbesi ve sebili yer alıyor. Kısa bir süre önce restore edilen türbe; yüzlerce büyük ve görkemli eser yapan Mimar Sinan’ın mütevazi kişiliğini gözler önüne seriyor.
Bu bölgede birbiri ardına seyir terası kafeleri yer alıyor. Manzaranın, İstanbul’un yeni silüetlerinin izlenebildiği bu teraslarda keyifli molalar vermeniz mümkün. Biz de öyle yaptık, çaylarımızı Galata’ya doğru yudumladık. Temaşa eyledik şehr-i İstanbul’u kısa bir süre de olsa.
Binbir Renk Dünyası: Tahtakale
Ardından Fetva Yokuşu’nu geçip Tahtakale’ye yürüyoruz. Yaklaştıkça renkler, kokular, sesler birbirine karışıyor. Haftanın her günü akşam vakitlerine kadar büyük bir yoğunluğu olan bir alışveriş mekanı burası. Ürün çeşitliliği de bir o kadar yoğun. Yiyecek, içecek, süs eşyaları, oyuncaklar, ev eşyaları, bahçe, inşaat malzemeleri ve daha nicesi. Bizans döneminden bu yana bu semt hep ticaretin merkezi olmuş. Tahtakale’den geçerken Rüstempaşa Camii’ni ziyaret edip eşsiz çinilerini görmenizi mutlaka tavsiye edelim. Caddenin sonunda keskin bir koku diğer tüm kokuları bastırır; kahve kokusu. Kokuyu takip ederseniz kendinizi bir kuyruğun ucunda bulabilirsiniz. Ardından yol artık Mısır Çarşısı’na çıkar. Renk ve kokular iyice artar. Çarşının orta kapısından çıkıp, Yeni Camii’ye doğru yürüyoruz. Akşam ezanı okunuyor minarelerden.
Hünar Kasrı’nda Kudüs’ün izleri
Son durağımız ise Hünkar Kasrı oluyor. İstanbul Ticaret Odası, Hünkar Kasrı’nı restore ederek İstanbul’a çok güzel bir sergi salonu da kazandırdı. Sultan 3. Murat’ın eşi Safiye Sultan için yaptırılan eser, 17. yüzyılın tüm mimari birikimini günümüze taşıyan bir yapıdır. Kasır, padişah ailesinin mübarek gün ve gecelerde ibadeti ve dinlenmesi için yaptırılmıştır. Yeni Camii Külliyesi’nin en önemli bölümlerinden olan Hünkar Kasrı’nın özellikle iç süslemeleri, geleneksel Osmanlı sanatlarının en güzel örneklerini barındırıyor. Çini, sedef ve Edirnekari örnekleri eşsizdir. Hünkar Kasrı’nın girişindeki alan yukarıda belirttiğimiz gibi sergi salonu olarak kullanılıyor. Bizim şansımıza eski milletvekili Süleyman Gündüz’ün Kudüs fotoğrafları sergisi düştü. 2005 yılında açılan sergi dünyanın birçok ülkesinin ardından İstanbul’da yeniden fotoğraf severlerin ilgisine sunulmuş. Serginin girişinde bizleri karşılayan Süleyman Bey hem fotoğrafçılık hem de Kudüs hakkında önemli bilgilendirmelerde bulundu. Tarih, kültür, sanat, doğa, renk, tat, koku bir şehri şehir yapan özelliklerin birbiriyle harmanlandığı bir rotayı tamamlarken, tatlı bir yorgunluk kalıyor bize. Önümüzdeki sayımızda rotamız Anadolu Yakası’nda olacak. Görüşmek üzere….a